Subscribe Twitter Facebook

10 Kasım 2010 Çarşamba

sinema salonunda bir salak

ben hikaye yazarlığından, senaryodan falan anlamam. fakat şu konuda eminim ki bir karakterin kimseyi incitemeyecek kadar iyi olduğunu sırasıyla tüm karakterlere beşeryüzbin defa söyletmek yerine bu karakterin iyiliğini gösteren bir kaç örnek göstermek yeterli sanıyorum. şahsen son gittiğim "new york'ta beş minare" filminde "hayır, bir hata yapıyorsunuz, o kimseyi incitmez" cümlesini duymaktan gına gelmişti.

ayrıca film bana, akşam haberleri esnasında "aa biraz bundan, biraz da şundan koyayım filme, hmm nefis oldu" gibi notlar alınarak oluşturulmuş bir film gibi geldi. adı "aralarında bağ kurulamamış olaylar bütünü" de olabilirdi bence. mesajların resmen gözümüze sokulması da cabası. bu mesajlardan biri de islam'ın adını kullanıp terör eylemleri yapan insanların yanı sıra, iyi kalpli ve güzel şeyler yapmaya çalışan dindarların da olduğuydu. bir de töre cinayetlerinin cehaletten kaynaklandığıyla ilgili bir konu işlemişti mahsun.

film çıkışında tam bizim mösyöye "ya biz salak mıyız, niye mesajlarını bu kadar açık bir şekilde tekrar edip durmuş ki" diyecekken arkadaki adamın biri şöyle dedi: "işte ya, adam süper çekmiş, hepsi doğru, türkiye'de tüm geri kalmışlıklar cehalet ve din yüzünden"?!?!

büyüğümsün mahsun...

20 Ekim 2010 Çarşamba

arakawa under the bridge

hiç kimseye borçlu kalamayan genç bir adamın venüsten geldiğini iddia eden bir kıza borçlanmasıyla başlayan bir hikaye... tüm anime bir köprünün altında geçiyor.
köprünün altında yaşayan şöyle tipler var:

bence çok komikli, aynı zamanda "what is common sense, anyway?" gibi güzel sorular da soruyor. böylesi zor bulunur. bu kadar.

yazıyı ikinci sezon bridge x bridge'in bitiş müziği ile noktalamak isterim sevgili dinleyenler.



13 Ekim 2010 Çarşamba

günün menüsü: yumurta çakması ve ekmek

merhaba sevgili hanımlar, "beceriksiz ev hanımlarına pratik rezillikler" adlı yazı dizisine başlamış bulunmaktayım. diziye yumurta çakmasıyla başlayacağım.

öncelikle henüz yıkamış olduğumuz sahanı ateşe koyup sahana yağımızı koyuyoruz. ne kadar koyuyoruz bilmiyorum. her defasında kafadan atıyoruz. en kötü ihtimal birinden birinde tuttururuz değil mi? ehe. herneyse ciddileşelim.



bir sonraki adımda yumurtamızı çakıyoruz. bunu kase kenarında, tezgahta veya tencere kenarında yapabilirsiniz. yalnız tezgahta yaparsanız bütün yumurtanın tezgaha akması gibi bir ihtimal var (gerçekten var!) ve o manzara hiç güzel olmuyor, söyleyeyim. ben tencere kenarını da tercih etmiyorum çünkü genelde tencerenin içini tutturamıyorum.

yumurtayı kaseye çaktıktan sonra biraz pulbiber ve tuz katıyoruz. Tabii ki beceriksiz hanımlar olarak bir ritüel haline getirmiş olduğumuz tuz kapağını açık unutma olayını es geçmiyor ve yumurtayı tuza buluyoruz. çay kaşığı yardımıyla tuzun fazlasından kurtulduktan sonra yumurtayı çırpıyoruz.



biz bunlarla uğraşırken ateşin üzerinde unuttuğumuz yağdan sesler gelmeye başlıyor. Buradan yağın yanmak üzere olduğunu anlıyoruz ve hemen yağı ateşten alıyoruz.




yumurta hazır olduğunda yumurtayı sahana yavaaaşçana döküyoruz. beceriksizliğin bir numaralı şartı olan sabırsızlık yüzünden bu yavaş dökme olayına alışmak biraz zaman alabilir.




yumurta sahana yapışıp canı çıkana kadar pişiriyoruz. her seferinde "bir dahakine ateşten daha erken alacağım, kesin!" diyerek kendimize telkinde bulunuyoruz fakat her defasında yine aynı hatayı yapıyoruz.



son olarak yumurtamız tam da hazır olmuşken evde bulunan tek ekmeğin on günlük taşlaşmış bir ekmek olduğunu görüyoruz zira beceriksizliğin en önemli sebeplerinden biri de unutkanlıktır. herneyse sonunda aç kalmıyoruz. afiyet olsun!

29 Eylül 2010 Çarşamba

höttüdük

temsili örümcekbizim mösyö olmadığı zamanlarda evde yalnızca mutfakta yaşayan örümcek ve ben kalıyoruz. süpürge yaparken onu makinaya çekmeye çalıştığım andaki başarılı kaçışından sonra bir daha ona bulaşmadım. barış içinde yaşıyoruz. onu seviyorum. genelde çok sessiz. en sevdiği şey bütün gün köşede durmak. süpürge sesini duyunca acı hatıralar aklına geldiğinden olacak herhalde, ortadan kayboluyor. kapı ve duvar arasında yattığı yer var. mekanını merak ediyorum tabii ama denedim, sığamıyorum. bir ara evimize karıncalar dadandığında bayağı bir şişmanlamıştı. yattığı yere sığamaz da yeni yerler arar, evi berbat eder diye çok korktum. neyseki karıncalara kesin çözüm buldum. sanırım bana biraz bozuldu ama şu an aramız iyi. geçende çavdar tarlasında çocukları bitirdim. ona da biraz okudum ama kaçtı. galiba biraz depresif buldu. neyse, şimdi ona bir isim arıyoruz. ben "höttüdük olsun" dedim ama beğenmedi. bloga yazayım belki beğeneceği bir öneri ile gelen olur diye düşündüm. örümceğim ve ben önerileriniz bekliyoruz. hürmetler...

3 Eylül 2010 Cuma

VIP

VIP ne demektir? efenim açılımı very important person olan VIP sizi böcek gibi hissettiren bir kısaltmadır. Bazı insanların gözünde çok da önemli olmadığınızın bir göstergesidir. Bu insanlar "important"ın başına "very" getirerek "siz de importantsınız tabii arkadaşlar ama onlar very important" diyerek gönül alma yoluna gitmişlerdir. Biz de "oha biz de importantmışız ama az importantmışız." diyerek sevincimizden havalara uçmuşuzdur fakat hayatta kabullenemeyeceğimiz şeyler de vardır dostlarım. misal Wikipedia'da VIP örnekleri şöyle sıralanmış:"Examples include celebrities, heads of state/heads of government, major employers, wealthy individuals,..." şimdi bir celebrity sırf celebrity diye veya zengin vatandaş sırf zengin diye very important da ben mi değilim. Ağzını burnunu kırarım lan ben o celebritynin.

31 Ağustos 2010 Salı

one more time, one more chance

geçenlerde five centimetres per second adlı animeyi izledim. hem hikayesi hem de görselliği beni derinden etkiledi. oturdum ağladım. şaka şaka ağlamadım ama çok güzeldi. bence izleyin yani yoksa ağlarım. şaka şaka ağlamam.

28 Ağustos 2010 Cumartesi

dersimiz vatan konumuz referandum

referandum tartışması facebooku aldı götürdü. "hayır demeyen cahildir, evet demeyene yuh diyorum, hayırsever vatandaş hayır de, evetsever vatandaşlar buraya" şeklindeki iletilerden, paylaşımlardan ve nefret dolu atışmalardan bıktım açıkçası. "efendi gibi gidelim oyumuzu verelim gelelim" diyen bir insan evladı görmedim. işbu sebepten bendeniz referandumda ZIKKIM oyu kullanmaya karar verdim. referandumda sevgi için huzur için ZIKKIM diyoruz. gel sen de ZIKKIM de. vatanını seviyorsan paylaş. paylaşmayanın Allah belasını versin.

25 Mayıs 2010 Salı

ben bir rüya görmüştüm 2

yer yeşil, gök mavi... karşıdan önce bir duman yükseliyor. sonra bu duman korkunç bir dinazor şeklini alıyor, meydanda birikmiş insanlara doğru koşmaya başlıyor. insanların bir kısmı geriye doğru kaçıyor. bir kısmıysa ileriye, dinazora doğru bağırarak koşuyor. duman dinazor ve ona doğru koşan insanlar çarpıştığında bir patlama oluyor.

etrafı kaplayan sis dağıldığında korkup kaçan insanların öldüğünü görüyoruz. içlerinden bir tanesi bile kurtulmamış. kurtulanların hepsi, dinazora doğru koşan insanlar. onlar da sapasağlam değil. çeşitli mutasyonlara uğramışlar. ben de o sağ kalan insanlardanmışım. henüz ne gibi bir mutasyona maruz kaldığımı çözmüş değilim.

diğer insanlarla birlikte şehre iniyoruz. şehir de mutasyona uğramış. tüm yapılar greko-roman tarzına dönmüş. yunanca "eczane" yazan bir dükkanın önünde duruyoruz. o an farkediyorum ki ben kıvırcık saçlı erkek bir eczacıya dönüşmüşüm. bana birşeyler soruyorlar. onlara dönüp diyorum ki:
-non, je suis une fille.

6 Mayıs 2010 Perşembe

atla abi, gidiyoruz.

bu son derece teknolojik, pratik ve artistik taşıma yöntemini görünce deklanşöre basmadan edemedim.

5 Mayıs 2010 Çarşamba

ben bir rüya görmüştüm.

gecenin karanlığında geniş bir caddede yürüyorum. vahşi batı filmlerindeki gibi ıssız yolda toza bulanmış çalı topakları uçuşuyor. karanlığı patlayan bombalar bozuyor. her an bir tanesinin tepemde bitmesinden korkarak ilerliyorum. şehre ne olduğundan haberim yok. bir yandan korkudan titrerken, diğer yandan ne olmuş hemşerim buraya der gibi etrafa meraklı gözlerle bakıyorum. o sırada yerden bir oda bitiyor, ben de içinde bitiyorum. odanın içinde iki adam...

- abi, diyorum. ne oluyor burada. savaş mı çıktı?
- hemen google'dan bakalım, diyorlar.

bakıyoruz ki, o da ne! şehri uzaylılar istila etmiş. bu manşeti okumamızla birlikte oda yok oluyor, kafamı yukarı bir kaldırıyorum,devasa bir uzay gemisi tüm gökyüzünü kaplamış. öyle ışıklı, alengirli bir kaportası var ki uss-enterprise'ın 2009 versiyonu bu geminin yanında halt etmiş. bu uzay gemisini görmemle dadaaan diye korku sahnesi ses efekti geldikten sonra ben bıdıbıdı eve koşuyorum.

eve vardığımda komşunun oğlu, korku filmlerinde psikopatik bir bakışla amaçsızca dikelen çocuklar gibi kapıda duruyor. komşunun evine giriyorum. komşu kadın ve kocası zil zurna sarhoş olmuş, sonra da uyuyakalmışlar. çocuk bir annesinin bir babasının başına gidiyor, kıyafetlerini çekiştiriyor, ağlıyor, sızlıyor ama nafile, uyanmıyorlar. çocuğun haline içim cız ediyor. derken, babamı fark ediyorum, bir kenarda uyuyan komşu bayanın mücevher kutusunu açmış, hangi küpenin en güzel olduğuna karar vermeye çalışıyor. sonunda hiçbirini beğenmiyor, bırakıyor. o sırada içeri kardeşim giriyor, babam ve kardeşim saçma bir sebepten tartışmaya başlıyorlar. ben dışarıda bir hareketlenme seziyorum, dışarı çıkıyorum. tartışma sesleri dışında hiçbir ses yok. bu arada babam ve kardeşim komşunun evinden tartışarak çıkıyor.

-susun, diyorum. susun, bir şeyler oluyor.

bomba sesleri kesilmiş. etrafı korkunç bir sessizlik kaplamış. sağ kalan ender insanlardan olduğumuzu farkediyorum. yere yatıyoruz ve korkumuzla yüzleşmeyi bekliyoruz.babam ve kardeşim fısıltıyla tekrar tartışmaya başlıyorlar. bir diğerine “senin yüzünden yakalanacağız” gibisinden bir şeyler söylüyor. bir an her şey duruyor. bahçe kapısına bakıyoruz. tişört giymiş, korkunç suratlı, buruş buruş bir uzaylı elinde not defteri ve kalemiyle kapının önünden geçiyor, bir an kurtulduk, gidiyor diyoruz içimizden…. kiiii, zönk diye bize dönüyor.

7 Nisan 2010 Çarşamba

hayâl


sen ve ben
bir göl kıyısında,
yemyeşil çimlerin üstünde kitap okuyoruz.
ılık ılık rüzgar esiyor.
başın dizlerimde, elim saçlarında...
sonra sen uyuyakalıyorsun.
ben bir süre daha okuyorum.
dizlerim uyuşunca,
kafana bir koyuyorum,
bir de yerden yiyorsun...

3 Nisan 2010 Cumartesi

bizim mahalle aşağıki mahalle

bugün aile köklerimiz hakkında yazmak istiyorum.

benim büyük dedem koreli. soyadları çugulleymiş. kan davasından dolayı kore’den firar etmişler. italya’ya kaçmışlar. dedem orada babanemle tanışmış. babanem güzeller güzeli bir italyan kızıymış. üzüm bağlarında dolaşırlarken birbirlerine vurulmuşlar. babam italya’da doğmuş. dedem ünlü italyan mafya sülalesi cubuccilerle takışınca türkiye’ye kaçmışlar.üzüm bağlarındaki gezinmelerine izmir’de devam etmişler. babam annemi izmir’deki bir üzüm bağında görmüş. hemencecik evlenmişler.

annemin babası çin’de yaşayan singapurlu bir balıkçıymış. ben onu hiç görmedim. bir gün koskocaman bir mersinbalığı tarafından yenilmiş. (ya da yutulmuş. yani balık dedemi çiğnedi mi yoksa çiğnemeden mi yuttu, onu bilmiyorum). ananem bolivyalı esmer bir kızmış. dedemle büyük okyanus açıklarında bir yerlerde tanışmışlar herhalde. ananem dedem ölünce acısını içine gömmüş, yakışıklı bir bahriyeliyle evlenmiş. adam emekli olunca izmir’e yerleşmişler. (adama dede demiyorum, amca diyorum çünkü gerçek dedem değil).

ben laos’lu bir gençle nişanlıyım. biz ailecek laos’u çok seviyoruz. her yaz gidiyoruz. nişanlımın babası aslında liechtenstein göçmeni. laos’ta çok göçmen var. sıcak memleket ya, ondan herhalde. annesi de burkina fasolu. ogadugu’nun bir köyündenmişler. öyle diyor. neyse böyle şeyler işte.

9 Ocak 2010 Cumartesi

marketten dönüyorum ellerim dolu

teybinde ilahiyle yürüyor tesbihçi amca. parlak ve sevimli gözlerine bakıyorum.
-şu siyahlardan iki tane versene amca.
küçük bir tahta parçasına çaktığı çivilere asmış olduğu çengelli iğnelerin birinden çıkarıyor istediğim tesbihleri.
-ne kadar amca?
-bir lira versen yeter evladım.
iki lira bırakıyorum titreyen eline. kocaman açılmış kara gözleriyle ilk defa bakıyor gözlerimin içine.
-oo bu çok evladım. olmaz!
ve bir lirayı geri uzatıyor bana. gözlerim doluyor. onu yarı şaşkın yarı mutlu arkamda bırakarak karışıyorum kalabalığın içine.
sesi geliyor uzaktan;
-Allah razı olsun yavrum. helal et o zaman.
kendimden utanıyorum..

ünlü bir koreli düşünür demiş ki;

yazamıyorsanız çiziniz.

7 Ocak 2010 Perşembe

laylaylom. bom.

yok, ben yazmamalıyım. düşünce baloncuklarından ibaretken mükemmelmiş gibi görünen kelimeler, ne zaman yazmaya çalışsam birer zırvaya dönüşüveriyorlar. zaten kompozisyon sınavları hayatımın en zor sınavları olmuştur.

neyse o zaman ben size albüm önereyim. nouvelle vague'nun yine aynı adlı albümünü şiddetle, hiddetle, ciddiyetle falan tavsiye ederim. ananeniz bile "kapat şunu kafam şişti" gibi serzenişlerde bulunamayacak.

gözetmenken bazen ben

biliyor musun, 3207 nolu sınıfın tavanında 116 tane boş ve 12 tane lambalı olmak üzere toplam 128 tane kare var. ayrıca sınıfta 35 tane askılık var ve sınıf ikili oturulduğunda 50, tüm sıralara oturulduğunda 90 öğrenci alabiliyor. ne kadar da ilginç...

6 Ocak 2010 Çarşamba

çok özlü söz

bazen arkadaşım elifle çok özlü sözler söyleriz. mesela meselaa:
  • kitap okumayan insan ançuezsiz ançuezli kereviz sapı salatasına benzer.
  • aç bir sokrat olacağıma, tok bir sokrat olmayı yeğlerim.
  • eğer bir gün esnersen bil ki uykun gelmiştir.
  • ölen ölü geri getirilmez.
  • kitap okumayan insan tamsag-bulag sahillerinde caretta carettaları bekleyen insana benzer.
  • dostumun dostu dostumdur düşmanım düşmanı dostumdur. o zaman dostumun düşmanı kimdir? (p ise p=p; q ise q=p; p ise q=?)
  • gerçeği bilenler ile gerçeği bilmeyenler ve bilip de sevmeyen ve bilmeden sevenler hiçbir zaman eşit değildir.
  • insanların ihtiyaçlarının esiri olması, 24 saat tuvaletten çıkmamalarını gerektirir.
  • kişi bu dünyaya meyletti mi, ayvayı yemiş antilopa döner.
  • falan filan.

niye buradayım

evet, bu başlığı yazdığımdan beri 10 dakika geçtiii gitti. beklemenin bir faydası da yok.
amaan ben gidip genç wertherciğimin acılarını okuyacağım.
 
Powered by Blogger widgets